İstanbul’u Özlüyorum – 2

Biraz geç başlamış olsam da dışarıda harika bir hafta sonu sabahı var. Kasvetli İstanbul havası, bulutlar uzansam dokunabileceğim kadar aşağıya inmiş. Bir de tanelerin dolu dolu olduğu yağmur. Nasıl da yıkayıp tertemiz ediyordur İstanbul’u, yaşamak, hissetmek istediğim kalabalık, telaşlı kadim sokakları. Evet evdeyiz. Dışarıya bedenen çıkmak, oralara gitmek mümkün değil ama yaşasın iflah olmaz hayalperest hallerim.

Yeni eklediğim şarkılarla beni çok mutlu eden Spotify listem fonda çalmaya başladı, ekranda Google Haritalar’ın uydu görüntüsü. Zihnimdeki yolculuk başladı, metroya biniyorum. Bugünün şarkıları kulaklarıma değil doğrudan yüreğime çalıyor. Bir tarafta akıp giden melodiler, bir tarafta aklımda fotoğraflar. Makina çekebilecek mi bilmiyorum ama gözüm gönlüm kaçırmayacak. Kadıköy’deyim… Bardaktan boşalırcasına yağmur, tam da sevdiğim gibi. Hala makina çantada, deniz kenarında eski vapurlardan birinin gelmesini bekliyorum. Sultanahmet, Ayasofya yağmur pusunun arkasında saklanan masal şehrinin hayali gibi. Sahi İstanbul bir masal, ben de bu masalın bazen kahramanı çokça da anlatıcısı mıyım? Sevdim bu masalda olma halini, kendimi bırakıyorum sihirli havasına. Vapura binerken Eminönü yolcuları da artık daha farklı görünüyor. Beyler, hanımefendiler, burunları havada asilzadeler, birkaç yediiklim gezgini, itişe kakışa şakalaşan yeni ergenler. Tabii anında çımacılardan ayarı yiyorlar “efendi olun, ayak takımına mı karışacaksınız?” . “Tamam” deyip geçiyorlar. Üst kattayım, bakır semaverden daveti buhardan çayımı alıyorum ve istikamet küpeşte. Hala makina çantada. Yüzüm sırılsıklam; iyot tadına karışmış damlalar. Vapur boğazın serin sularını yara yara Hüdayi Yolu’nda ilerliyor. Artık Sarayburnu açıklarındayız, karşımda tüm ihtişamıyla Topkapı Sarayı. Küpeştenin diğer tarafından bakıyorum. Şehrin bir diğer yalnızı; Galata Kulesi… Sessizce selamlaşıyoruz. Vapur Galata Köprüsünü yanlayarak Eminönü iskelesine yanaşırken artık fotoğraf makinası elimde. Belki onunla kaydetmedim ama pek çok kareyi çektim bile, aklımda. Binmek için bekleyen yolcuların sabırsız ve telaşlı bakışları arasında vapurdan her kalibre insanlar olarak iniyoruz. Seyrettiğim o coşkulu manzaraya tezat alt geçitten geçip Yeni Camii’nin önüne çıkıyorum. Hünkar mahfiline doğru yürürken Karay Yahudileri, Safiye Sultan, bir başka pandemi kurbanı Mimar Davut Ağa, Turhan Hatice Sultan geçiyor aklımdan. İsmi Zulmiye ile Adliye arasında gidip gelmiş Yeni Camii’ye bakıyorum. Ahhh o alüminyum paneller bir kalksa, tekrar tüm ihtişamıyla ortaya çıksa. Zaman geçse de kaderi değişmiyor bazı yerlerin. İlk gününden beri her şey değişmiş, makus talihi üzerine yapışmış.

Hünkar mahfilinden geçerken her zamanki gibi oyalanıyorum. Rüzgarın ete kemiğe büründüğü; sıcak yaz günlerinin en serin arkadaşı, soğuk kış günlerinde ise amansız bir düşman. Kim bilir şu ana kadar kaç babayiğide düğme ilikletmiş, kaç hanımefendinin içini titretmiştir. Ben masalcıyım, biraz da gezgin… Ayazdan nasibimi alıp çömeliyorum. Kadrajın bir tarafında Hünkar mahfili ya da yansıması, diğer tarafında gelip geçenlerin telaşı, el arabalarıyla yük taşıyanlar, meraklı turistler, alışveriş yorgunları. Düşünüyorum; acaba zamanın dipsiz kuyusunda buradan at arabaları, süvariler, Galata’ya Pera’ya gönlünü hoş etmeye gidenler ne zaman kayboldular. Hünkar Mahfilini geride ya da geçmişte bırakıyorum ve Mahmutpaşa’ya doğru ilerliyorum. Ama önce simitçi abiyle biraz muhabbet. O da eski fotoğrafçı, insanları tanıyor, teknolojisini biliyor, fotoğraf aşkı hep diri yüreğinde. “nasıl? var mı fotoğraf?” diyor. “Ya nasip ya kısmet” diyorum. Mısır Çarşısının önünden geçerken bile kalabalığı aşmak büyük mücadele… hep çok kalabalık, asırlardır olduğu gibi. İçeri girmiyorum, aklımda yüreğimde hedefim belli.

Mahmutpaşa’da Çakmakçılar yokuşuna doğru yürüyorum. Sağlı sollu dükkanlar ve burada da mahşeri kalabalık. Abiyecilerin müşterileri her şehirden, her memleketten. Lübnanlı bir arkadaşım anlatmıştı, kadınlar düğün öncesi alışveriş için Beyrut’tan geliyormuş. Müşteri her memleketten olunca vitrinler 1001 gece masallarından kostümlerle dolu. Abiyecileri takip eden perdeciler, konfeksiyonlar… Dükkan önlerindeki satıcıların ağızlarından çıkan kelimeler Türkçe, Arapça, Rusça. Her şey, herkes iç içe birbirine karışmış. Çakmakçılar yokuşunun başı dört yol ağzı. Oradan Kapalıçarşı’ya doğru olan sokak şehirde kontur ışığıyla fotoğraf çekmek için benim liste başım. Havada bu kasvet olmasa, güneş biraz kendini gösterse daha oyalanırdım burada. Ama şimdi yokuşu tırmanma zamanı. Kafamı kaldırıyorum, yüzlerce yıllık binalar arasına gerilmiş ipler ve iplere asılı rüzgarda dans eden elbiseler.

Hep şaşırtıcı ve eğlenceli gelmiştir. Sağlı sollu eşarp, bere, atkı, şapka satan dükkanlar arasında yürüyorum. Bu modern görünümlü vitrinler, tabelalar ve klimalar olmasa nasıl görünürdü diye meraktayım. Kalabalık… Bu yokuşta da durum aynı. Her milletten insan, yük taşıyan hamallar, ellerinde, omuzlarında yemek tepsisi taşıyan garsonlar ve çay ocaklarının telaşlı emektarları. Hareketin, sesin hiç bitmediği yokuş. İşte şimdi tam sağımda Büyük Yeni Han.

Birkaç adım atıyorum içeriye. Hana girip çıkanlar var ama ortam daha sakin. Sağımda kalan daracık merdivenlerden yukarıya tırmanmaya başlıyorum. Her basamakta zamanda yolculuk başlıyor. Önce sesler geride kalmaya başladı, içerisi her zamanki sakinliğinde. Kulağa gelen bakır işlemecilerin çekiç, tokmak sesleri. Uzun koridorlarda bazen 1-2 kişi var. Onun dışında alabildiğine uzayıp gidiyor sükunet. En üst kata çıkıyorum, istikamet en uzak köşedeki çay ocağı. Uzun yol boyu atölyeler, kiminde bakır kiminde gümüş işleniyor. Belli ki önceden han odalarıymış her biri. İçlerine girince bir üst katları var küçücük pencereleriyle. Mevsim yazsa iç avluya bakan duvarın önünde tavla oynayan birilerine denk gelmek de mümkün. Bazen de hava alıp dinlenmek için o duvara dayanıp sigarasını, çayına ekleyen keyifli ya da düşünceli ustaları da görüyorum. Dışarının bağırış çağırışları, kalabalığı, telaşı çok geride kaldı. Burada sessizlik, ağırbaşlılık, başka bir ruh hali var.

Bu koridorlarda Tanzimat Fermanı’nın ilan edildiğini belki bağıra bağıra söyledi genç bir kalfa ya da Kırım Savaşı’nın çıktığı endişeyle anlatıldı ustaların arasında. Belki de sessiz gözyaşlarında, titreyen bir sesle söylendi Yemen Türküsü, sarma tütün dumanına eklenen kederle. Hatta gün gelmiş, ustalar, kalfalar, çıraklar, bilumum han eşrafı uzaklaştırılmış, burayı mesken tutmuş İngiliz’i, Fransız’ı “kim bu Mustafa Kemal! Kuvayi Milliye ne demek?” diye öfkeyle sormuşlar birbirlerine. Bence o handa çekiç, tokmak sesleri hiç çıkmamıştır 29 Ekim 1923 sabahı. Bugün de olduğu gibi iç avlulara bayraklar asılmıştır kocaman! Gölgesinde tüm han eşrafı kucaklaşmış, bayram etmişlerdir.

O taş, tuğla, demir, çivi, duvar, her ne varsa… Her biri ayrı bir anlamla dolu. Onlar sessiz şahitler! Onların her bir fotoğrafı ayrı bir özeni, bakışı, hassasiyeti, makinayla değil yürekle çekmeyi hak ediyor. Bu yerleri düşününce, hissedince iki kelime kocaman beliriyor karşımda ; “zamansız mekanlar!”

Sıhhatle mutlulukla bir sonraki yazıda görüşmek üzere.
 
Hakan Yaşar, Ocak 2021
 
Yorum yok

Yorum Yazın