İstanbul’u özlüyorum – 1

‘Dikkat! Bu yazı bol miktarda hasret ve kafein içerir.’
 
Alışmak istemediğim ama normalleşmeye başlayan bir cumartesi sabahına uyandım. Dışarıda ara ara yağan yağmur. Soğuk, sert, tam benlik bir cumartesi sabahı. İlk aklıma düşen, sıkı giyinip kendimi sokağa atmak, boynumda da fotoğraf makinası… İşte tam o anda tam uyanma noktasına ulaştım; evdeyim. Geçen hafta ya da ondan önceki haftalarda olduğum gibi. Burukluk var ama buna katlanmamız, sabretmemiz gerekiyor. Madem hal böyle, o zaman ben de zihnimde yaşarım hasretlik dolu cumartesiyi, özlemimde İstanbul’u.
 
Uyandım. Alelacele bir şeyler atıştırıp kendimi sokağa attım. Fotoğraf makinam her zamanki gibi şarjlı, yedek pil dolu, hafıza kartları boş. Nihayet dışarıda soğuk ve kasvetli bir ocak havası, muhtemelen de yağmurda ıslanmak var kısmette. Kıyafet tercihi konusunda düşünmeden yılların ezberiyle hazırlıklıyım. Dönüşte akşam ve hafta sonu trafiğine tahammülüm yok, o yüzden tabana kuvvet metroya yürüyorum. Yol boyunca klasik Spotify listem; A-ha’dan “Take on me” ve “Hunting high and low” ile başlayıp Modern Talking, Bon Jovi şarkılarıyla devam edip metroda “Harmandalı zeybeği” ile iyice açılmış oluyorum. Belki de bunlara şu heyecanını yaşadığım action cam ile ilgili 1-2 Youtube videosu da eklerim. (Önceden Youtube Go’ya indirmiştim).
 
 
Nihayet Kadıköy sahildeyim. Artık teknolojinin susma, İstanbul’un konuşma zamanı. Martı sesleri geliyor, yanaşan Karaköy vapuru iskeleden kalkmış onlarca martı tarafından uğurlanan Beşiktaş vapurunu selamlıyor. Eminönü-Karaköy iskelesine doğru adımlarımı hızlandırıyorum. 3dk var, hadi çabuk! Kaçmasın vapur!
 
Fotoğraf bu; an meselesi… Bazen yakaladığım, bazen de kaçırdığım vapurdan dolayı o kadar şükrettim ki. İster kısmet deyin ister rastlantısallık, ama sonuçta beni mutlu eden pek çok fotoğraf bu bilinmezlik, hesapsızlık içinden çıktı geldi. Nereden biliyorsun, belki kaçırdığın vapur yakalayacağın fotoğrafların kapısını açmıştır?
 
 
Artık vapurdayım. Hemen çay ocağına gidiyorum. Kısa bir beklemeden sonra kağıt bardakta çayıma kavuşup vapurun üst katındaki açık alanına çıkıyorum. İşte o çay süresi çok değerli. Havanın nasıl olduğu, hangi mevsimin rüzgarlarının yanaklarımda dolaştığı, saatin kaç olduğu… bunlar anlamını yitiriyor ve tek şey kalıyor; İstanbul, hem de deminde İstanbul. Sadece seyrediyorum, hissediyorum, gözümle, gönlümle, tüm hücrelerimle. Artık fotoğrafa hazırım. Ama öncesinde Murat Muhallebicisi’nde hızlı bir kahvaltı. Ekibin kalanı da o sırada teker teker düşmeye başlıyor. Sahanda yumurta, arka arkaya çaylar ve Adem abinin esprileri.
 
 
Bugün kafamda İstiklal Caddesi var. Hafta sonu kafasıyla iyice kalabalık, eğlencesi, hareketi gecenin geç vakitlerine kadar bitmez bugün. Gün uzun enerjiyi doğru kullanmak lazım. O yüzden Karaköy’den İstiklal’e tramvayla çıkmak daha iyi olacak. Daha Tünel Meydanından birkaç adım attığımda şehrin en yoğun, en kıpır kıpır caddesini hissetmemek ne mümkün. O ana kadar zaten parmağım deklanşöre çoktan basmaya başladı bile. Bu arada hafiften yağmur çiseliyor. “Ohhhhhh mis! Bugün iyi fotoğraf var, kokusunu alıyorum” diye geçiyor aklımdan. Makinayı biraz muhafaza etmek gerekecek ama olsun. Zaten yıllardır yağmuru fotoğraf adına nimet bilip çekmedim mi? İlk tramvay durağında tramvayla poz veren turistlerin eğlenceli anlarıyla kafalar iyice fotoğraf kıvamına geldi. Ekiple bir sonraki buluşma yerini belirliyoruz; Nizam Pide. O vakte kadar önümde kocaman bir cadde ve her yerde hayat var, coşku var, İstanbul var!
 
 
İçten içe dua ediyorum; “Yağmur biraz daha hızlansa” diye. Hatta çok ar
tarsa bir şeffaf kullan-at şemsiye alacağım. Hem beni ve makinayı ıslanmaktan koruyacak, hem de şeffaf naylondan önümü rahatça görebileceğim. Yürümeye devam.
 
 
Bazen makinayı iki elimle oldukça yukarıya kaldırıp şemsiyeyle yürüyenlerin fotoğraflarını en sevdiğim o üst açıdan çekiyorum. Bazen de caddenin mermer basamaklı tarihi binalarının kapı kenarlarından bu sefer de caddeyi çapraz görecek şekilde fotoğraflıyorum. Odakule’ye doğru belki biraz da yansıma fotoğrafı çıkar. St. Antuan’ın avlusuna girme konusunda kararsızım. Ama önündeki gezi grubundan epeyce keyifli birkaç fotoğraf geldi bile.
 
Makinayı indirmemle hemen ara sokaktaki Mandabatmaz’a yönelmem ışık hızında. Ekiple bu konuda konuşmamıştık ama bugüne kadar hiç şaşırtmadılar. Gündüz’le Sevil çoktan çayları yarılamışlar, “Kahveleri söylemek için seni bekliyorduk” diyorlar. “Veysel nerede?” diye soruyorum, sokağın başından bize doğru yürüyen Veysel’i işaret ediyorlar. O arada 4 sade kahvenin siparişi çoktan ocağa ulaşmış oluyor. Güzel kahve çok içtim ama buranın kahvesi İstanbul’un en iyisi. Kahvelerden ilk yudum ve benim hiç değişmeyen sorum “Nasıl, fotoğraf var mı?” Sözlü cevaplar gelmeden her birinin yüz ifadesinden zaten anlıyorum. Yağmur yağacak da fotoğrafı ıskalayacaklar… tarih yazmamış.
 
 
 
Kahvenin hemen ardından benim uğrak noktam Yapı Kredi Yayınları’ının önü. Aklıma Berna’nın sütunlara dayanarak Hayvan Çiftliği’ni okurken verdiği poz geldi aklıma. Grafik, yansımalar, doğal çerçeve, yağmurlu havalarda kuru ve korunaklı olması, fotoğrafçının rutininde böyle yerler de olmalı ki nefes alsın, ışığa, kadraja kurgu yapabilsin. Sonra tekrar rotaya midemizin yönlendirdiği şekilde devam ediyorum. Galatasaray meydanından yukarıya doğru olan kısmı fotoğrafik olarak pek sevemedim. Deklanşöre basmaya devam ama öyle şapka çıkartacak kare umudum pek olmaz.
 
 
Yemek sonrası geri dönüş yolunda ışık caddenin alt kısmından geliyor. Hele bir de yağmur sonrasıysa güzelliğini anlatmaya kelimeler yetmez. Bir temmuz yağmurundan sonra rast geldiğim ışık hala kalp atışlarımı hızlandıracak kadar heyecan vericiydi. Cadde boyu yürüyen insanların başlarında ve omuzlarında oluşan kontur ışıklarını ıskalamamam lazım. Makinanın poz telafi ayarına çoktan eksi müdahaleyi yaptım bile. Tünele gelene, tramvaya binene kadar aklım, ilgim hep bu kontur ışıklarında.
 
 
Onca yürümenin, pek çok keyifli fotoğrafın ödülü Juppo’da americano… Kadıköy vapuru birkaç kez muhabbetin arasında kaçsa da o kahve keyifle içilecek, fincanda ve muhabbetiyle. Juppo’dan Karaköy iskelesine kadar iki adım mesafe de olsa şu ana kadar o arada çektiğim iyi karelerin sayısını bilseniz oradan ayrılmak istemezsiniz. Vapuru ne yaz, ne de kış iskelenin içinde beklemekten hiç haz etmedim. Fobi değil ama sevemedim kapalı yerde olmayı. Dışarıda hayat var, hayat varsa fotoğraf var.
 
Kadıköy vapurunun kıç tarafında dışarıdayım. Şansıma martılara simit atan birileri var. Makina seri çekimde, iso otomatik, enstantane 1/500s ya da 1/1000sn arasında. Tam o simit parçasının havada yakalandığı anı çekme heyecanı tarifsiz. Arada kart doluyor, hemen yedek kartı takıp çekmeye devam. Bazen simit atan da var kadrajda, bazen de sadece -uzansam dokunabilecekmişim kadar yakından uçan- martılar. En çok da fonda Ayasofya, Sultanahmet varken çekmeye çalışıyorum. Bu heyecanlar içindeyken vapurun Kadıköy’e yanaşmakta olduğunu fark ediyorum. 1-2 kare de çımacıları çekmeden olmaz. Saate bakıyorum, Yavuz Bey’de taptaze, demi yerinde çay ve Suat abinin okkalı kahvesini içerek günü kapatacak kadar vakit var. Rota Kadıköy çarşı içi. Kahveye ulaşana kadar yol boyunca gelsin 3-4 kare.
 
Çaylar gelene kadar çoktan günün karelerine bakmaya başlıyorum. Acaba beni seyredenler ne düşünüyor… Pek umursadığımı söyleyemem. Her beğendiğim karede yüzümde afacan çocuk gülümsemesi, kaçanlarda ise ince bir sızı. 5dk olmadan 500’e yakın fotoğrafa bakmış, iyileri seçmiş, kadraj atılacakları belirlemiş, sonra tekrar bakarım dediklerimi ayırıyorum. O arada da kahvem geliyor. Yanındaki lokumları yerken bir taraftan da ekipmanı toplayıp çantaya yerleştiriyorum. Varsa yanımda biri ona, yoksa da iç sesimle kendime diyorum; “Allah bereket versin”.
 
Sıhhatle mutlulukla bir sonraki yazıda görüşmek üzere.
 
Hakan Yaşar, Ocak 2021 
Yorum yok

Yorum Yazın