İklim Tamkan’dan Élégie ve sanatın içten dili

İlk buluşmamızda İklim Tamkan’la piyanodan klavsene uzanan bir yolculuğa çıkmıştık; müziğin zamanla kurduğu o ince diyaloğu konuşmuştuk. O söyleşide üzerine uzun uzun sohbet ettiğimiz bir eser vardı ama yazıda adı geçmemişti: Arno Babajanian’ın kayıp ve direnci aynı anda taşıyan “Élégie”si. Bu kez o eksik notayı tamamlıyoruz. Çünkü “Élégie”, Tamkan’ın yorumunda yeniden hayat buluyor; her bir nota, kırılganlığın içinden doğan umudun sesi gibi yükseliyor.

Bu yeni sohbetimizde müziğin direnişine, üretmenin anlamına, Türkiye’nin kültürel belleğine ve sanatçının sorumluluğuna uzandık. Fazıl Say’dan aldığı ilhamla kendi sesini evrensel bir dille harmanlayan İklim Tamkan, yalnızca bir müzisyen değil; zarafetin, inancın ve direncin ortak paydasında duran bir anlatıcı.

Sözü yine müziğe, yine İklim Tamkan’a bırakıyorum.

Sanatla ilgili sizi en çok zorlayan, yoran ya da hayal kırıklığına uğratan durumlar neler?

Ülkede sanatımı icra etmeye çalışırken yaşadığım en büyük hayal kırıklıkları, özellikle konserlerin iptal edilmesi ve arkamızda dayanabileceğimiz bir gücün olmayışıyla ilgili. Buna alışmış gibi görünsek de aslında alışmak çok yanlış; o yüzden sesimizi çıkarmaya devam ediyoruz. Çünkü bu düzeni dönüştürebilecek olan yine bizleriz. Toplumda sanatın gerçek karşılığını bulması zaman alıyor. Bir müzisyen olarak hayatımı yalnızca müziğimden kazanıyorum ve bu nedenle toplumsal olaylardan doğrudan etkileniyorum. Buna rağmen müziğin hâlâ sadece “eğlence” olarak görülmesi, onun fikri ve mesaj taşıyan üretim yönünün göz ardı edilmesi üzücü. Yanlış kültür-sanat politikalarıyla karşılaşmak yeni değil ama biz tüm zorluklara rağmen direnç gösterip üretmeye devam edeceğiz.

İyi ki sanat var, iyi ki varsınız. Siz olmasanız biz ne yapardık? Türkiye bir şarkı ya da beste olsaydı, nasıl bir eser olurdu?

Her sabah değişen, kaotik ve dalgalı bir melodi olurdu. Sanatçı için üretmenin kolay olmadığı bir ülkede yaşıyoruz ama konserlerde, tiyatrolarda, sergilerde salonları dolduran izleyicilerimiz var ve bu büyük bir umut kaynağı. Ne yazık ki devletin sanata ve sanatçıya yeterince destek vermediğini düşünüyorum; yine de böylesi bir dönemde direnmek ve üretmek başlı başına kıymetli. Biz yarın çocuklarımızın ve torunlarımızın utanmayacağı, aksine gurur duyacağı eserler bırakmaya çalışıyoruz. Türkiye çok renkli, çok kültürlü, belleğinde hem acılar hem de büyük tecrübeler taşıyan bir ülke. Bu nedenle sanatçının sorumluluğu, bütün bunları zarafetle, güzellikle ve barış ile hoşgörü mesajıyla aktarmaktır.

Türkiye’nin bir müzik belleği olduğunu düşünüyor musunuz? Mekânların bile kendi fotoğraf belleği vardır; mesela Beyoğlu’nun ya da Cihangir’in…

Elbette var ama Türkiye maalesef kent belleğini koruma konusunda bizi çok baltalayan bir ülke. Değerli bir okulun ya da sinema salonunun yıkılmaması için mücadele ediyoruz, fakat meraklılarımız dışında büyük bir destek göremiyoruz. Devletin kültür sanat politikaları da bu hafızayı diri tutmaya yönelik değil. Bu yüzden biz müzisyenlere, özellikle derdi olan müzisyenlere düşen sorumluluk; o belleği üretimlerimizle ve geride bırakacağımız somut işlerimizle canlı tutmak.

Teşekkür ederim. Sahnede birlikte olmaktan en çok keyif aldığınız isimler kim? Fazıl Bey’de size destek olmuştu değil mi?

İlk albümümüzü Senem’le (Senem Demircioğlu) beraber yaptık. Değerli müzisyen, besteci ve abimiz, aynı zamanda ustam Fazıl Say’ın prodüktörlüğünde ve fikir babalığında gerçekleşti. Senem’le zaten ayrıca kayıtlar yapıyorduk ve albümümüzden sonra da uluslararası festivallerde konserler verdik.Yine Fazıl Say’ın prodüktörlüğünde ve onun şarkılarının yeni düzenlemeleriyle “İlk Atlas” albümümüz çıktı. O albümden itibaren bu bağımız devam etti. Ardından beraber yaptığımız işler oldu. Kendisi “Goldberg in İstanbul” adlı bir klavsen eseri yazdı. Bu benim için çok onur verici bir hediyeydi; hem bana ithaf etti hem de onun ilk klavsen eseri oldu. Kolumdaki dövme de odur.

Bu çağda yaşadığım için gerçekten kendimi şanslı sayıyorum. Fazıl Say’ı tanımış olmak ve birlikte çalışmak benim için her zaman büyük bir onur. Bu eserin referans kaydını gerçekleştirmek, Avrupa’nın ve dünyanın en prestijli yayın evlerinden Schott Music’ten çıkan notaların üzerinde adımı görmek ve globalde bütün klavsen sanatçılarının referans kayıt olarak benim kaydımı açması, ömürlük bir hediye. Fazıl, hayatımın inişli çıkışlı dönemlerinde bana uzattığı el ile hep destek olan biri oldu.

Onun ardından kendi damak tadıma göre farklı müziklerden kayıtlar yaptım. Değerli Ertan Tekin’le duduk-piyano doğaçlamalarımız var. “Soft Reflections” adını verdiğim, Oscar Peterson’dan ilhamla yaptığım beşli bir EP kaydettim. Mümkün olduğunca tüm bu müzikal kronolojiyi kendi damak tadıma, politik duruşuma ve ruh halime göre şekillendirmeye çalışıyorum. Klavsen eserleri kaydediyorum, dönem müzikleri çalıyorum, kilise orgu üzerinde çalışıyorum. Bir yandan da füzyon diyebileceğimiz kendi düzenlemelerimi üretiyorum. Böylece tuşlu çalgılar etrafında şekillenen, karışık ama ilgi gören bir repertuvarım var diyebilirim.

Gençler için ne söylemek istersiniz? Kısa ve öz bir cümleniz var mı? Onlar özellikle yolun çok başındalar; sosyal medya baskısı, müzik sektöründeki hileli oyunlar, algoritmalar ve düzenler… Siz ne dersiniz?

Gençler için bir şey önermek çok haddim değil gibi geliyor. Çünkü ben her zaman benden genç kuşakları ileride görmüşümdür. Kendi öğrencilerimden bile çok şey öğreniyorum. Ama bu yola çıkmaya niyetli olan, fikir almak isteyen küçük meslektaşlarıma her zaman aynı şeyi söylüyorum: İnat, azim, vazgeçmemek ve mümkün olduğunca dünya insanı olmak. Eğer imkânları varsa mutlaka yurt dışını görmek; farklı kültürlerle tanışmak, o evrensel dili okuyabilmek, vizyonlarını genişletmek. Çünkü ne kadar görürsek, ne kadar yaşarsak kafamız da ruhumuz da müzikal yelpazemiz de o kadar genişliyor. Dolayısıyla bir dünya insanı olmaya gayret etmeleri, müziklerinin bir felsefesi olmasına önem vermeleri gerektiğini öğütleyebilirim. Bunun için de temel şey, emek verip üretmeye çalışmak ve disiplinli olmak.

Öğrencilerinizden bahsettiniz; üniversitede mi yoksa birebir özel derslerle mi çalışıyorsunuz? Onlarla nasıl bir yöntem izliyorsunuz?

Özel öğrencilerim var. Haftanın iki gününü onlara ayırıyorum. İçlerinde Yehudi Menuhin gibi çok prestijli okullara hazırladığım öğrenciler de oluyor. Çok güzel, çok yetenekli, pırlanta gibi çocuklar. Müzik pedagojisi de okuduğum için bu derslerden çok keyif alıyorum, onlardan da öğreniyorum. Haftanın diğer günlerini ise prova ve kayıtlara ayırıyorum. Dolayısıyla hem eğitmenlik hem de sahne hayatımı birlikte sürdürmeye çalışıyorum.

Konser planlarınız nasıl?

Kasım ayında Kırım Kilisesi’nde değerli meslektaşım Türkü Yavuz ile iki konserimiz olacak. Aynı zamanda St. Antuan Kilisesi’nde Musicandle Konserleri kapsamında kilise orgu ile sahne almaya devam ediyor olacağım. Yine Kasım ayında Boyacıköy Ermeni Kilisesi’nde ve Yeldeğirmeni Sanat Merkezi’nde tarihi tuşlu çalgılarla konserlerim olacak.Eklemek istediğim bir şey yok. Umuyorum, söylemek istediğim şeyler, altını çizmek istediklerim gerek müzikle gerek sözlerimle meraklısına, aynı benim anlatmak istediğim gibi ulaşır. Eğer ulaşabilirsem ve insanların kalplerine dokunabilirse ya da akıllarını kurcalayabilirse, ne mutlu bana.

Çok teşekkür ediyorum İklim Hanım.

Ben teşekkür ederim.

Her dönem kendi zorluklarını, her sanatçı kendi direncini taşır. İklim Tamkan’ın müziğinde bu iki kavram iç içe geçiyor: kırılganlıkla gücün, hüzünle umudun yan yana durabildiği bir dünya. Bir arada, hoşgörü ve barış içinde yaşamayı hayatının her alanında savunan İklim Tamkan’ın özü de bu: Suskunluğu anlamlandırmak, kaybı dönüştürmek, güzelliği savunmak.

Sanat var oldukça, hayatın sesi hep biraz daha derinden duyulacak.

Yeşim Mutlu

05 Ekim 2025, Haberlercom 

Yorum yok

Yorum Yazın