Hayata Gülümse

Merak ediyorum, pandemi bitince normal hayata dair konuları konuşmaya ne kadar zamanda adapte olabileceğiz. Sizde de öyle mi bilmiyorum ama geçen hafta epeyce sabrım, dayanma gücüm diplerdeydi. Telefonda konuştuğum arkadaşlarımda da durum çok farklı değildi. Güzel haber; hafta geride kaldı. Ümit ediyorum sıkıntılarıyla da geride kalmıştır. Tam da bu son cümle ve içerdiği dilek benim için hem silkinme sebebi oldu, hem de bu yazıya konu.

Yaşam koçu değilim, herhangi bir yaşam koçuyla da profesyonel anlamda temasım olmadı. Ancak bildiğim; geride kalan 50 senenin -okumayı bilirsem- bana rehberlik edebileceği. Tabii ki sadece kendi tecrübelerim bu konuda küçük bir destek ama faydası büyük oldu. En çok da fotoğraf çekerken.

Yeri geldiğinde hep söylüyorum; ben fotoğrafı epey zaman boyunca hep yanlış anlamışım. Düşündüm ki; fotoğrafı makina çeker, diyafram, enstantane, netleme, pozlama, ışık okuma, kompozisyon, lens, ve daha bir sürü şey… Bunlar da iyi olunca iyi fotoğraf çekerim. Hoş, buna o kadar inanmıştım ki kendimi geliştirmek için epeyce ter döktüm bu konularda. Neden sonra bir eksiklik hissetmeye başladım, her geçen gün büyüyen bir boşluk. Fotoğraflar teknik anlamda ne kadar iyi olursa daha da gözüme batan, beni rahatsız eden bir boşluk. Gelen övgülerle, alkışlarla benden daha da uzaklaşan fotoğraflarım. Nasıl oldu bilmiyorum ama bir gün fark ettim ki ben yokum fotoğraflarda… Teknik var, bilgi var, tecrübe var, hatta üreticilerin sundukları her türlü yeni teknoloji var ama ben yokum. Konular, objeler… Sadece objektifin önünde oldukları için var ama hala ben yokum. Sonuç; her fotoğraf soğuk bir görüntüye dönüşmeye mahkum oluyordu. Ta ki bu döngüyü -sözde kolay uygulamada zaman alan bir hamleyle- bozana kadar. Fotoğraflara kendimi ekledim. Kameranın önündeki hayatı olduğu gibi değil, ben nasıl algılayıp hissediyorsam öyle çekmeye başladım. Her kadrajda daha fazla empati kurmaya, kendimi bulmaya çalıştım.

Dedim ya, bir anda kolayca olmadı dönüşüm. Önce fotoğraf makinasının sadece fotoğraf makinası olduğunu öğrendim. Buna fotoğrafın bir iletişim metodu olduğunu ekledim. Yetmedi, fotoğrafın her fotoğrafçı için farklı, bireysel bir iç yolculuğun başlangıcı olduğunu fark ettim ve kendime her fotoğrafta ne, neden, nasıl sorularını sordum. İlk kazanımım, fotoğraf makinasını bir ego tatmin aracı olmaktan çıkarıp keyifli bir arkadaş olarak görmeye başladım. Maksat her şeyi çekmek değil, bana dokunan, duygu teması yaşayabildiğim konuların peşine koşmakmış; öğrendim. Hayat sorgulamasını anlamlı bir pratiğe dönüştürdüm. Son olarak da – daha önceleri yazmıştım- her karede kendimi çekmeye başladım.

Bu sadece çektiğim fotoğrafları değil beğendiklerimi de şekillendirdi. Genel yargılar, ezberler ne der umrumda değil, ben hayata gülümseyen fotoğraf arayışındayım; çekerken de bakarken de. Bu yaklaşımıma burun kıvıranlara saygı duyuyorum, -varsa- haklılıklarını teslim ediyorum ama duruşumu hafife alma kolaycılığını ret ediyorum. Susan Sontag’ın fotoğrafı lime lime ettiği felsefi yaklaşımlarının tedrisatını yeterince, hatta fazlasıyla yaptığımı düşünüyorum.

Fotoğraf ve sosyal medya ilişkisi kendi başına bir konu ancak kısa bir girip çıkacağım. Fotoğrafçı için sosyal medya turnusol kağıdı gibidir. Önceleri sadece sergi ya da albümleriyle, kameranın arkasındaki bireyi tanımaya, anlamaya, yorumlamaya çalışıyorduk. Oysa şimdi daha sık paylaşması, herkesin rahatça görebilmesi kameranın arkasındaki gözü, kalbi, duyguları iyice açığa çıkarıyor. Başkasını bilmem, eğer o yetki teslim edilmemişse hadsiz eleştirmen rolünü de üstlenmem ama kendim için konuşabilirim; ben hayata pozitif bakıyorum. Öyle Pollyanna duruşuna da gerek yok ama güzel bakmak, olumlu yaklaşmak iyidir. Bunun içten geldiği, fotoğrafçının duruşu olduğu doğrudan fotoğrafa yansır. Hatta bu fotoğrafa öyle bir nüfuz eder ki bakmazsınız kompozisyona, ışığa, netliğe. Duygu sarıp sarmalar izleyiciyi. Sizi kucaklayan o fotoğrafın arkasındaki fotoğrafçıyı tanımaya, hissetmeye başlarsınız. Daha 2 gün önce bir arkadaşımın çektiği sokak fotoğrafı üzerine konuşuyorduk. Fotoğrafın kompozisyon olarak -ezber kurallara göre- eleştirilebilecek yerleri vardı. Ama içerik olarak öylesine dolu dolu “sevgi” , “güven” , “birlikte geçirilen zamanın değerini” anlatan mesajı vardı ki… Ne kadar övsem azdır. Ama asıl niyetim fotoğrafı anlatmak değil, fotoğrafçıya dikkat çekmek. Bu fotoğraf her şeyiyle arkadaşımı anlatıyordu. Hayata bakışını, değer verdikleri için ne kadar fedakar olduğunu ve onlar da nasıl bir güven duygusu oluşturduğunu. Kadrajdakiler belki başka insanlardı ama bakınca fotoğrafta arkadaşımın oto-portresini gördüm.

Fotoğrafa yeni başlayan, başlamış olup da genel ezberlere teslim olmamış ya da benim gibi bir yerinden zincirleri kırma arzusunda olanlar… Fotoğraf makinasının arkasındaki o değerli insana iyi davranın, onu koruyun, geliştirin, sadece yüzünde değil yüreğinde de tebessüm olsun, umut olsun, güzeli arasın. Biz neysek -tüm hikayenin toplamında- onu çekiyoruz. O yüzden neyi ararsak onu buluyoruz, neyi bulursak da onu çekeceğiz. Tercihler bizim. 

Sıhhatle mutlulukla bir sonraki yazıda görüşmek üzere.  

Hakan Yaşar, Ocak 2021

Yorum yok

Yorum Yazın